29 Ekim 2013 Salı
Beynimiz ve Hafıza Kapasitesi
İnsan beyni 20 ciltlik 5 set Britanika Ansiklopedisi ezberleyebilecek kapasiteye sahiptir. Diğer bir deyişle 3 adet 1,000 terabytelık harici hafıza birimi kadar alana sahiptir. Bunu kıyaslayabilmeniz adına şu bilgiyi verelim: Britanya Ulusal Arşivi' nin 900 yıllık birikimi 70 terabayt'tır. Terabayt nedir bilmeyenler içinse: 1 terabayt = 1.024 gigabyte = 1.048.576 megabyte.
Kimi kaynağa göreyse beynimizin toplam hafızası 2.5 petabyte civarındadır. Yani 2.5 milyon gigabyte ya da 2.5 milyar megabyte! Bunu da şöyle kıyaslayabiliriz: Bu kadar geniş hafızaya, 3 milyon saatlik televizyon görüntüsü yükleyebilirdiniz. Bir diğer deyişle, televizyonunuzu 300 yıl boyunca açık bırakacak olursanız, hafızanız ancak dolardı.
Peki neden bu kadar çok bilgiye sahip olduğumuzu hissetmiyoruz? Neden okuduğumuz, gördüğümüz, deneyimlediğimiz, tattığımız her olgu ve olayı hatırlamıyoruz? Neden Britanika Ansiklopedisi'ni 10 defa da okuyacak olsak, neredeyse hiçbirini tam olarak ve hatta kısmen bile hatırlayamıyoruz? Neden hafızanın byte cinsinden değeri kesin olarak hesaplanamıyor?
Çünkü beynimiz, kapasite olarak bu alana sahip olsa da, esasında bir bilgisayar kadar hedefe yönelik çalışmadığı için, bilgiler otomatik olarak kaydedilmez ve kusursuz bir şekilde saklanamaz. Bir diğer deyişle, beynimiz kusurlu bir organdır ve her şeyi hatırlamayı, dilediğimiz bilgileri silip, dilediklerimizin yerine yenisini yazmayı başaramaz. Bunu sadece planlı/programlı bir şekilde tasarlanmış bilgisayarlar yapabilir.
Beyinde 1 milyar nöron* vardır ancak bunların tamamı birbirine bağlı değildir. Çok az sayıda bağlantı anne karnında oluşur; geri kalanı ise doğumdan sonra, bireyin deneyimlerine bağlı olarak oluşur. Beynimizin iş yapma kapasitesi işte bu bağların sayısı ile orantılıdır. Bu bağları bilinçli yada bilinçsiz bir şekilde oluştururuz. Bağların gelişmesinin tek yolu bilgilerin birbiriyle ilişkilendirilmesidir. İki bilgiyi yan yana düşünmek bilgiyi kalıcı kılar. Bu sebeple benzetme yoluyla öğrenmek, hafızada kalıcı bilgiler oluşturur. Daha da önemlisi, bir bilgi ne kadar sık tekrarlanırsa, o bilginin depolandığı sinir bağlantıları o kadar sık uyarılır ve bağlantılar o kadar sıkı bir biçimde kurulur. Bu da, hafızada yer etmesine neden olur.
Ancak çoğu zaman, karşılaştığımız hemen hemen her bilgi, kısa dönem hafızamızda geçici bir iz bıraktıktan sonra silinir. Çünkü beynimiz aralıksız bir kayıt cihazı değildir. Popüler bilimde "Aslında her şey beynimizde depolanır, biz onlara erişemeyiz." gibi bilgi ve bilinç sahtekarları bulunsa da, birçok anının kısa sürede, tamamen silindiği doğrudur.
Anıların oluşumu, duygusal ilişkilerle de alakalıdır. Bizlerde güçlü duygular uyandıran anılar, daha güçlü yer ederler. Bu yüzden, örneğin 7 Ocak 2011 yılında, saat 21.26'da ne yaptığınızı ne kadar uğraşırsanız uğraşın hatırlayamazsınız (eğer sizin için özel bir anlamı yoksa), ancak 2 sene önce, doğum gününüzde ne yaptığınızı, ezberlemek için özel bir çaba sarf etmemenize rağmen çok daha kolay hatırlayabilirsiniz.
Benzer şekilde, bir anı ne kadar az tekrarlanırsa ve etkisi ne kadar düşükse, o kadar kolay unutulur ve hafızanın o kısmı temizlenmiş olur. Dolayısıyla hafızamızdan bilgilerin silindiği bir gerçektir.
Peki kullanamayacağımız kadar geniş bu hafıza neden evrimleşti? Evrimsel olarak muhtemelen bu beynimizin büyümesine paralel olarak edindiğimiz bir özellik, doğrudan üzerinde bir seçilim baskısı bulunmuyordu. Ancak beynimiz büyümek zorundaydı. Bu büyüme, bu orantısız hafıza artışını da beraberinde getirdi. Ancak dolduramıyoruz, çünkü hafızayla ilgili tüm süreçler düzgün evrimleşemedi. Daha seçilim süreçleri işini yapamadan, insan, zekasıyla doğal seçilimin önüne geçti ve etkisini büyük oranda kırdı. İşte bu yüzden beyin bu kadar karmaşık, bu yüzden anlaşılmaz hatalarla dolu.
Dolayısıyla... Beynimizin koca bir hafıza alanı olsa da, bu alanı istediğimiz gibi kullanmaktan oldukça uzağız. Evrimsel süreçte, belki de ilerleyen dönemlerde, seçilim etkisi oluşacak olursa, bu alanlar çok daha işlevsel olarak kullanılabilecek ve daha da gelişecektir. Ancak şimdilik, bize hayatta kalıp ürememize yetecek kadar bir miktarı evrimleşmiştir ve bununla yetinmek durumundayız. Pratikle, hafızanızı elbette geliştirmeniz mümkündür; ancak ne yazık ki pratikle geliştirebileceğiniz miktar da oldukça sınırlıdır. Yine de siz siz olun, hafızanızı her daim aktif tutun. Bu, yaşlılıkla beraber gelecek birçok sinir hastalığının da önüne geçecektir.
* Not: Beyinde 100 milyar nöron olduğu tahmin edilmektedir. Ancak kaynağımız olan Scientific American, bize göre hatalı olacak bir şekilde, sadece hafızayla ilişkili olduğu düşünülen bölgelerdekini saymaktadır. Ancak cümlenin kurulumundan bu anlaşılmamaktadır. Scientific American'ın paylaşımı altına Psikoloji profesörlerinden de ikazlar gelmiş ve güzel bir bilimsel tartışma yürütülmüştür. Ne yazık ki hepsini çeviremiyoruz; ancak bu ufak notu düşmek istedik.
Hazırlayan: Erdi Altınyay (Evrim Ağacı)
Titan - Güneş Sistemi’ndeki En İlginç Uydu
Titan’ı Güneş Sistemi’ndeki en ilginç uydu yapan kalın atmosferi, aynı zamanda onun incelenmesinin önündeki en büyük engellerden biridir. Titan fotoğraflarında soluk kahverengiden başka renk veya detay göremezsiniz. Atmosfer, görünür ışığın geçişini büyük oranda engellemektedir.
Ancak atmosfer elektromanyetik spektrumun tamamını engellemez. Şu an Satürn yörüngesinde bulunan Cassini uzay aracı, kızılötesi kamerasını kullanarak bilim dünyasında ilgi çeken Titan fotoğrafları çekmeyi başarmıştır.
Fotoğrafların ilgi çekmesinin en büyük nedeni ise Titan’daki çok merak edilen göllerin ilk defa bu kadar net görülebilmesidir. Titan, kayda değer bir atmosferi olan tek uydu olmasının yanı sıra yüzeyinde sıvı bulunması özelliğiyle de Güneş Sisteminin incilerinden biridir. Bu sıvı yüzeyde sadece öylesine durmaz; ayrıca da buharlaşır, bulutlar oluşturur, yağmur olarak yağar, dereler ve nehirler oluşturarak yüzeyi şekillendirir. Tanıdık geldi mi?
Bu aktivite Dünya’ya çok benzese de bahsettiğimiz sıvı, su değildir. Titan yüzeyinde döngü halinde sürekli hareket eden bu madde sıvı haldeki etan ve metandır. Yani başka bir deyişle, günlük hayatta evlerimizde kullandığımız “doğal gaz”, Titan’daki derelerde şarıl şarıl akmakta, göller oluşturmakta ve yağmur olarak yağmaktadır… Yüzey sıcaklığı -179 °C olunca bu çok da şaşırtıcı sayılmaz. Bu sıcaklıkta Titan’daki su kaya kadar sert bir halde bulunur, metan ise “su gibi” akar.
Fotoğrafta Titan’ın kuzey kutbundaki etan ve metan göllerini karanlık bölgeler olarak görebilirsiniz. Ayrıca açık kahve renginde çökelti bölgeleri bulunmaktadır. Astronomlar bu bölgeleri Dünya’daki tuz düzlüklerine benzetirler. Bunların, etan&metan göllerinde çözülmüş olarak bulunan ve daha sonra göller buharlaşınca yüzeyde kalan organik maddeler olduğu düşünülmektedir. Daha önce Titan atmosferinde organik maddelerin tespit edilmiş olması da bu düşünceyi güçlendirmektedir.
Anlaşılan Titan, incelendikçe daha da çok merak uyandırmaya devam edecek.
Kaynaklar:
http://www.jpl.nasa.gov/
http://www.nbcnews.com/
http://www.space.com/
Fil Hortumu
Fillerin hortumlarında 150.000 adet kas demeti bulunur ve filler burunlarında 8.5 litre su tutabilirler.
Ya Dünya Dönmeseydi?
Temel bir gerçektir ki gezegenler sürekli olarak döner. Güneş sistemimiz
4 buçuk milyar yıl önce, dönen gaz ve toz bulutundan meydana gelmiştir.
Gezegenler şekillendikçe, başlangıçtaki dönme hareketini ödünç almışlar
ve günümüze kadar korumuşlardır. Dünyanın ekvatordaki dönüş hızı saatte
1600 kilometredir. Dünya giderek yavaşlıyor ama bu yavaşlama 100.000
yılda 2 saniye düzeyinde ama bir gün bu süre bir anda hızlanacak. 5
yıllık bir sürecin ardından dünya tamamen duracak okyanuslara, kıtalara,
soluduğumuz havaya ve en önemlisi bize ne olacak dersiniz?
Dönüş hızındaki değişim henüz fark edilmiyor, fark saatte 1 km den az olmasına rağmen sonuçları çok ağır oluyor. Hava alanlarında ilk sorunlar baş göstermeye başlıyor. Ticari uçakların bir bölümü GPS yardımıyla uçar. GPS uçağın bulunduğu yeri bir dizi uydudan yararlanarak söyleyen bir sistemdir. Sistemin en önemli unsurlarından bir tanesi ise zamandır. Uydulardaki saatler yeryüzüyle sürekli bağlantı halindedir. Amerikan hükümeti zamanı dünyanın en güvenilir sistemi olan atom saatleriyle belirler. Gezegenin yavaşlaması bu saatlerin senkronizasyonunun bozulmasına sebep olmaz ama uyduların iletişim kurması gereken yer üsleri uyduların düşündüğü yerde değil. GPS dünyanın dönüş hızının bu kadar büyük değişim geçirebileceğini hesaba katmıyor. Dünyanın yavaşlaması, dikkatli bir şekilde ayarlanmış bir sistemi kargaşaya sürüklüyor, bunun sonucu ise bir felaket oluyor. Dönüşü yavaşlayan bir dünyanın karşılacağı ilk sorun zamandır.
Gezegenimizin ortası kutuplara nazaran daha şişkindir. Su kütlelerinin ekvatorun üzerinde durmasını sağlayan güçlerden biri dünyanın dönme hareketinden ileri gelir. Bu güç zayıfladıkça okyanuslar hareket etmeye başlar. Denizler şişkin ekvatordan kutuplara doğru akmaya başlar. 1 milyar kilometre küpten daha büyük su kütlesi artık hareket halindedir.
Dünyanın yavaşlamasının getirdiği çok önemli bir tehlike daha var. Deniz seviyesi ile birlikte soluduğumuz hava da değişiyor. Atmosferimiz dünyanın her yerine eşit olarak dağılmıştır ve gezegenimizle eş zamanlı olarak döner. Dünyanın dönüş hızı yavaşladıkça atmosfer okyanuslarla birlikte kutup bölgelerine doğru hareket eder. Bu durumun ilk etkileri Rio, Mumbai, Singapur gibi tropikal şehirlerde ortaya çıkıyor ve buralarda nefes almak giderek güçleşiyor.
Dünya 3 katmandan meydana gelir. Erimiş haldeki çekirdek, katı ve yalıtkan manto ve sert dış kabuk. Bunların hepsi birlikte döner ancak dönüş hızının azalması her katmanın farklı hızlarda yavaşlamasına sebep olur bu da büyük bir sürtünme kuvvetini ortaya çıkmasına neden olur. Yani dünya kelimenin tam anlamıyla içten parçalanmaya başlar.
4.5 YIL SONRA
4.5 yıl önce dünya saatte 1600 km hızla dönerdi şimdi ise neredeyse durmak üzere. Güneş 16 gün boyunca batmıyor. Bu garip dünyada hayatta kalabilmek için suya yakın olmak zorundayız ama gece olunca iklim koşulları insanların dayanma sınırlarını sonuna kadar zorluyor.
5 yıl sonra dünya artık tamamıyla duruyor. Okyanuslar, atmosfer ve iklimler yeni bir dengeye oturuyor. Yeni bir mega kıta, gezegenin ortasını boydan boya kat ediyor. Kutuplardan başlayan iki engin okyanus orta enlemlere kadar iniyor. Gezegenin ortasındaki kara parçalarında solunacak hava bulunmuyor, yeni kara parçasının yarısından fazlası yaşama geçit vermiyor. Dünya durmasına rağmen hala güneşin yörüngesinde bundan sonra gündüzler yarım yıl sürecek.
6 YIL SONRA
yaklaşık 6.5 milyar insan hayatını kaybetti. Hayatta kalanların bazıları insanların nefes alabilecekleri ve iklimsel koşullara dayanabilecekleri bir kaç yerden birine ulaşmayı başarıyor. Gece ve gündüz, sıcak ve soğuk, kuraklık ve yağış döngüsü bu şekilde devam edecek. Dünyanın kendi ekseni etrafında dönüşünün durması yepyeni bir gezegen ortaya çıkarıyor.
Dönüş hızındaki değişim henüz fark edilmiyor, fark saatte 1 km den az olmasına rağmen sonuçları çok ağır oluyor. Hava alanlarında ilk sorunlar baş göstermeye başlıyor. Ticari uçakların bir bölümü GPS yardımıyla uçar. GPS uçağın bulunduğu yeri bir dizi uydudan yararlanarak söyleyen bir sistemdir. Sistemin en önemli unsurlarından bir tanesi ise zamandır. Uydulardaki saatler yeryüzüyle sürekli bağlantı halindedir. Amerikan hükümeti zamanı dünyanın en güvenilir sistemi olan atom saatleriyle belirler. Gezegenin yavaşlaması bu saatlerin senkronizasyonunun bozulmasına sebep olmaz ama uyduların iletişim kurması gereken yer üsleri uyduların düşündüğü yerde değil. GPS dünyanın dönüş hızının bu kadar büyük değişim geçirebileceğini hesaba katmıyor. Dünyanın yavaşlaması, dikkatli bir şekilde ayarlanmış bir sistemi kargaşaya sürüklüyor, bunun sonucu ise bir felaket oluyor. Dönüşü yavaşlayan bir dünyanın karşılacağı ilk sorun zamandır.
Gezegenimizin ortası kutuplara nazaran daha şişkindir. Su kütlelerinin ekvatorun üzerinde durmasını sağlayan güçlerden biri dünyanın dönme hareketinden ileri gelir. Bu güç zayıfladıkça okyanuslar hareket etmeye başlar. Denizler şişkin ekvatordan kutuplara doğru akmaya başlar. 1 milyar kilometre küpten daha büyük su kütlesi artık hareket halindedir.
Dünyanın yavaşlamasının getirdiği çok önemli bir tehlike daha var. Deniz seviyesi ile birlikte soluduğumuz hava da değişiyor. Atmosferimiz dünyanın her yerine eşit olarak dağılmıştır ve gezegenimizle eş zamanlı olarak döner. Dünyanın dönüş hızı yavaşladıkça atmosfer okyanuslarla birlikte kutup bölgelerine doğru hareket eder. Bu durumun ilk etkileri Rio, Mumbai, Singapur gibi tropikal şehirlerde ortaya çıkıyor ve buralarda nefes almak giderek güçleşiyor.
Dünya 3 katmandan meydana gelir. Erimiş haldeki çekirdek, katı ve yalıtkan manto ve sert dış kabuk. Bunların hepsi birlikte döner ancak dönüş hızının azalması her katmanın farklı hızlarda yavaşlamasına sebep olur bu da büyük bir sürtünme kuvvetini ortaya çıkmasına neden olur. Yani dünya kelimenin tam anlamıyla içten parçalanmaya başlar.
4.5 YIL SONRA
4.5 yıl önce dünya saatte 1600 km hızla dönerdi şimdi ise neredeyse durmak üzere. Güneş 16 gün boyunca batmıyor. Bu garip dünyada hayatta kalabilmek için suya yakın olmak zorundayız ama gece olunca iklim koşulları insanların dayanma sınırlarını sonuna kadar zorluyor.
5 yıl sonra dünya artık tamamıyla duruyor. Okyanuslar, atmosfer ve iklimler yeni bir dengeye oturuyor. Yeni bir mega kıta, gezegenin ortasını boydan boya kat ediyor. Kutuplardan başlayan iki engin okyanus orta enlemlere kadar iniyor. Gezegenin ortasındaki kara parçalarında solunacak hava bulunmuyor, yeni kara parçasının yarısından fazlası yaşama geçit vermiyor. Dünya durmasına rağmen hala güneşin yörüngesinde bundan sonra gündüzler yarım yıl sürecek.
6 YIL SONRA
yaklaşık 6.5 milyar insan hayatını kaybetti. Hayatta kalanların bazıları insanların nefes alabilecekleri ve iklimsel koşullara dayanabilecekleri bir kaç yerden birine ulaşmayı başarıyor. Gece ve gündüz, sıcak ve soğuk, kuraklık ve yağış döngüsü bu şekilde devam edecek. Dünyanın kendi ekseni etrafında dönüşünün durması yepyeni bir gezegen ortaya çıkarıyor.
İnsan Neden ve Nasıl Yaşlanır?
Her
insan vücudu zaman geçtikçe yaşlanır. İnsan ömrü her kişiye göre farklı
olmakla birlikte günümüzde ortalama 75 yıla ulaşmıştır.
Bilimciler insanların 150 yıla kadar yaşayabileceklerine inanıyorlar. Bugüne kadar kayda geçen en uzun insan ömrü, Japon Shigechiyo Izumi'ye aittir. Bu kişi 120 yıl 137 gün yaşamıştır. İnsanların büyümesi, yaşlanmaları ve ölmeleri üzerine çeşitli teoriler var. Bir teoriye göre, ömrümüz süresince biyolojik aktivitemizde ortaya çıkan bazı kimyasal reaksiyonlar, gün geçtikçe başta böbrek ve kalp olmak üzere sağlıklı hücrelerimize zarar vermektedir.
Bir başka teoriye göre ise, genetik programlamamızla ömrümüz önceden belirlenmiştir. Program, hücrelerimiz üzerinden yaşlanmamızı kontrol ediyor, yeterli sayıda hücre öldükten sonra organlar gereken düzeyde çalışmıyor ve insan ölüyor. Ancak ilk çağlarda insan ömrü ortalama 30-40 yıl iken günümüzde 75 yıla ulaşması, bu savı çürütmektedir.
Bu amaçla bilimciler, meyve sineklerinin genleri ile oynayarak daha uzun ömürlü sinekler yaratmayı başarmışlardır. Bu uzun ömürlü sineklerin diğerlerinden farkları oksitlenmeyi önleyen enzim nedeniyle, savunma sistemlerinin daha güçlü olması ve yağ depolama kabiliyetleri bakımından açlığa dayanıklı olmalarıdır.
Meyve sineği üzerinde yapılan araştırmalar, insan ömrü konusunda ciddi bir ipucu verememiştir, ancak genetik bakımdan insanlara daha yakın olan fareler üzerinde yapılan çalışmaların daha gerçekçi bilgiler verebileceği sanılmaktadır.
Bir başka saptama da, metabolizması yüksek, yani oksijeni çok hızlı yakan canlıların, yavaş yakanlara göre daha az yaşadıklarıdır. Örneğin, farelerin metabolizmik hızları insandan daha yüksektir, ama nadiren üç yıldan fazla yaşarlar.
Son zamanlarda adlarından sıklıkla söz edilen E ve C vitaminlerinin de, antioksidan grubunda yer alarak, yaşlanmayı çok az da olsa geciktirdikleri gözlemlenmektedir.
İnsan vücudunda, hücrelerin bölünerek, yeni hücre oluşturabilmelerinin de sayısı sınırlıdır. Sonuna kadar bölünebilen tek hücre kanser hücresidir. Dolayısıyla aslında kanserin sırrının çözülmesi insanın yaşlanma olgusuna da ışık tutacaktır..
Bu yazı www.bilimatlasi.com dan alınmıştır.
Bilimciler insanların 150 yıla kadar yaşayabileceklerine inanıyorlar. Bugüne kadar kayda geçen en uzun insan ömrü, Japon Shigechiyo Izumi'ye aittir. Bu kişi 120 yıl 137 gün yaşamıştır. İnsanların büyümesi, yaşlanmaları ve ölmeleri üzerine çeşitli teoriler var. Bir teoriye göre, ömrümüz süresince biyolojik aktivitemizde ortaya çıkan bazı kimyasal reaksiyonlar, gün geçtikçe başta böbrek ve kalp olmak üzere sağlıklı hücrelerimize zarar vermektedir.
Bir başka teoriye göre ise, genetik programlamamızla ömrümüz önceden belirlenmiştir. Program, hücrelerimiz üzerinden yaşlanmamızı kontrol ediyor, yeterli sayıda hücre öldükten sonra organlar gereken düzeyde çalışmıyor ve insan ölüyor. Ancak ilk çağlarda insan ömrü ortalama 30-40 yıl iken günümüzde 75 yıla ulaşması, bu savı çürütmektedir.
Bu amaçla bilimciler, meyve sineklerinin genleri ile oynayarak daha uzun ömürlü sinekler yaratmayı başarmışlardır. Bu uzun ömürlü sineklerin diğerlerinden farkları oksitlenmeyi önleyen enzim nedeniyle, savunma sistemlerinin daha güçlü olması ve yağ depolama kabiliyetleri bakımından açlığa dayanıklı olmalarıdır.
Meyve sineği üzerinde yapılan araştırmalar, insan ömrü konusunda ciddi bir ipucu verememiştir, ancak genetik bakımdan insanlara daha yakın olan fareler üzerinde yapılan çalışmaların daha gerçekçi bilgiler verebileceği sanılmaktadır.
Bir başka saptama da, metabolizması yüksek, yani oksijeni çok hızlı yakan canlıların, yavaş yakanlara göre daha az yaşadıklarıdır. Örneğin, farelerin metabolizmik hızları insandan daha yüksektir, ama nadiren üç yıldan fazla yaşarlar.
Son zamanlarda adlarından sıklıkla söz edilen E ve C vitaminlerinin de, antioksidan grubunda yer alarak, yaşlanmayı çok az da olsa geciktirdikleri gözlemlenmektedir.
İnsan vücudunda, hücrelerin bölünerek, yeni hücre oluşturabilmelerinin de sayısı sınırlıdır. Sonuna kadar bölünebilen tek hücre kanser hücresidir. Dolayısıyla aslında kanserin sırrının çözülmesi insanın yaşlanma olgusuna da ışık tutacaktır..
Bu yazı www.bilimatlasi.com dan alınmıştır.
Parmaklarımız Neden Çıtlar?
Bazı insanlar her iki elinin parmaklarını birbirine geçirerek ve onları
gererek ses çıkartırlar, yani çıtlatırlar. Çoğumuzun buradan gelen
sesin kemiklerden geldiğini sanırız, hatta rahatsız oluruz ama nedense
bunu yapanlar hallerinden memnun görünürler.
En çok ve kolaylıkla çıtlattığımız yerler vücudumuzda en çok bulunan sürtünmeli eklem yerleridir. Bu tip eklem yerlerinde, örneğin parmaklarınızda, iki kemiğin birleştiği yerde bir bağlantı kapsülü vardır. Bu kapsülün içinde kemiklerin hareketleri sırasında buraları yağlayan bir sıvı vardır. Bu sıvının içinde erimiş halde oksijen, nitrojen ve karbondioksit gazları bulunur.
Vücudumuzda en kolay çıtlatabileceğimiz eklem yerlerimiz parmaklarımızdır. Parmaklarımız gerilince ve eklem yerlerimiz düzleşince bu kapsül de gerilir. İçindeki sıvının basıncı azalır ve gaz kabarcıkları patlamaya başlar. İşte kulağımıza gelenler bu seslerdir. Patlayan kabarcıklar neticesinde gazlar bu sıvıyı terk eder, sıvı daha da genleşir ve eklem yerinin hareket kabiliyetini arttırır.
Şüphesiz ki eklem yerinin gerilmesi, bu kapsülün boyu ile sınırlıdır. Eğer parmaklarınızı çıtlattığınız anda röntgenini de çekerseniz, eklem içinde oluşan gaz kabarcıklarını görebilirsiniz. Bu olay eklem yerindeki hacmi yaklaşık yüzde 15-20 arttırır.
Aynı parmağınızı arka arkaya çıtlatamazsınız. Bir süre beklemeniz gerekir, çünkü gaz kabarcıklarının sıvı içerisinde tekrar oluşması biraz zaman alır.
Tüm bu açıklamalar, deneylerle ispatlanmasına rağmen, yine de bu kadar küçük gaz miktatının bu kadar büyük bir ses çıkartabilmesinin nedeni hala anlaşılmış değildir. Bu sorunun tatmin edici bir cevabı da henüz yoktur. Ayrıca detaylı çalışmalar göstermiştir ki, çıtırdama sırasında iki ayrı ses duyulmaktadır. Birincisinin gaz kabarcıklarının patlaması olduğu biliniyor. İkinci sesin ise kapsülün uzama sınırına vardığında çıktığı sanılıyor.
Evet geldik en çok merak edilen soruya! Parmaklarımızı çıtlatmak vücudumuz için zararlı mıdır? Bu konuda elde çok az bilimsel çalışma sonucu vardır. Bir görüşe göre parmak çıtlatmanın eklem yerlerimizdeki sıvıya bir tesiri yoktur. Diğer bir görüşe göre ise sürekli olarak bunu yapanlarda ve bunu alışkanlık haline getirenlerde, eklemler etrafındaki yumuşak doku zarar görmekte, parmaklar şişmekte, dolayısı ile elin kavrama gücü azalmaktadır
En çok ve kolaylıkla çıtlattığımız yerler vücudumuzda en çok bulunan sürtünmeli eklem yerleridir. Bu tip eklem yerlerinde, örneğin parmaklarınızda, iki kemiğin birleştiği yerde bir bağlantı kapsülü vardır. Bu kapsülün içinde kemiklerin hareketleri sırasında buraları yağlayan bir sıvı vardır. Bu sıvının içinde erimiş halde oksijen, nitrojen ve karbondioksit gazları bulunur.
Vücudumuzda en kolay çıtlatabileceğimiz eklem yerlerimiz parmaklarımızdır. Parmaklarımız gerilince ve eklem yerlerimiz düzleşince bu kapsül de gerilir. İçindeki sıvının basıncı azalır ve gaz kabarcıkları patlamaya başlar. İşte kulağımıza gelenler bu seslerdir. Patlayan kabarcıklar neticesinde gazlar bu sıvıyı terk eder, sıvı daha da genleşir ve eklem yerinin hareket kabiliyetini arttırır.
Şüphesiz ki eklem yerinin gerilmesi, bu kapsülün boyu ile sınırlıdır. Eğer parmaklarınızı çıtlattığınız anda röntgenini de çekerseniz, eklem içinde oluşan gaz kabarcıklarını görebilirsiniz. Bu olay eklem yerindeki hacmi yaklaşık yüzde 15-20 arttırır.
Aynı parmağınızı arka arkaya çıtlatamazsınız. Bir süre beklemeniz gerekir, çünkü gaz kabarcıklarının sıvı içerisinde tekrar oluşması biraz zaman alır.
Tüm bu açıklamalar, deneylerle ispatlanmasına rağmen, yine de bu kadar küçük gaz miktatının bu kadar büyük bir ses çıkartabilmesinin nedeni hala anlaşılmış değildir. Bu sorunun tatmin edici bir cevabı da henüz yoktur. Ayrıca detaylı çalışmalar göstermiştir ki, çıtırdama sırasında iki ayrı ses duyulmaktadır. Birincisinin gaz kabarcıklarının patlaması olduğu biliniyor. İkinci sesin ise kapsülün uzama sınırına vardığında çıktığı sanılıyor.
Evet geldik en çok merak edilen soruya! Parmaklarımızı çıtlatmak vücudumuz için zararlı mıdır? Bu konuda elde çok az bilimsel çalışma sonucu vardır. Bir görüşe göre parmak çıtlatmanın eklem yerlerimizdeki sıvıya bir tesiri yoktur. Diğer bir görüşe göre ise sürekli olarak bunu yapanlarda ve bunu alışkanlık haline getirenlerde, eklemler etrafındaki yumuşak doku zarar görmekte, parmaklar şişmekte, dolayısı ile elin kavrama gücü azalmaktadır
Son 3500 Yılda Dünya'ya Düşen Meteoritlerin Haritası
Burada gördüğünüz harita, bilim insanlarının tespit edebildiği, son 3500 yıl içerisinde Dünya'ya düşen tüm meteoritleri veya meteoritler tarafından açılan kraterleri gösteriyor. Bu kraterlerden bazıları milattan önce 2300 yılına kadar gidiyor.
Görseldeki yeşil noktalar 0-10 kg arasındaki, sarı noktalar 10-20 kg arasındaki, pembe noktalar 20-30 kg arasındaki, mavi noktalar 30-40 kg arasındaki ve kırmızı noktalar 40 kg ve daha fazla kütledeki meteoritleri göstermektedir.
Etkileşimli haritaya gitmek ve düşen meteoritler hakkında bilgi almak için aşağıdaki bağlantıdan sitemize gidebilirsiniz.
Uyarı: Dünya'nın her noktasına meteor düşmektedir. Ancak okyanuslara düşenler ve bilimle pek ilgilenmeyen ülkelere düşenler raporlanmamaktadır. Bu yüzden Dünya üzerinde bazı bölgelere hiç düşmemiş gibi gözükmektedir.
Hazırlayan: ÇMB (Evrim Ağacı)
Bugüne kadar keşfedilen elementlerin Ülkeleri
Bugüne kadar keşfedilen elementlerin:
- 24 tanesini Birleşik Krallık,
- 21 tanesini ABD,
- 20 tanesini İsveç,
- 19 tanesini Almanya,
- 17 tanesini Fransa,
- 9 tanesini Rusya/Sovyetler Birliği,
- 3 tanesini Avusturya,
- 2 tanesini Danimarka,
- 1 tanesini Finlandiya,
- 1 tanesini İspanya,
- 1 tanesini İtalya,
- Geri kalanlarını ise antik toplumlar
keşfetmiştir. Bu ülkeler, keşiflerin yapıldığı ülkelerdir. Keşfedenler, bu ülkelerin uyruklarından olmak zorunda değildir.
- 24 tanesini Birleşik Krallık,
- 21 tanesini ABD,
- 20 tanesini İsveç,
- 19 tanesini Almanya,
- 17 tanesini Fransa,
- 9 tanesini Rusya/Sovyetler Birliği,
- 3 tanesini Avusturya,
- 2 tanesini Danimarka,
- 1 tanesini Finlandiya,
- 1 tanesini İspanya,
- 1 tanesini İtalya,
- Geri kalanlarını ise antik toplumlar
keşfetmiştir. Bu ülkeler, keşiflerin yapıldığı ülkelerdir. Keşfedenler, bu ülkelerin uyruklarından olmak zorunda değildir.
Çamur Zıpzıpı (Mudskippers)
Çamur Zıpzıpı (Mudskippers)
amfibi yaşama uyum sağlamış bir balık türüdür. Göğüs yüzgeçlerini kullanıp su dışında da hareket edebilir. Yiyecek için ve kendi bölgesini savunmak için birbirleriyle kavga edebilirler. Yaşam alanları çok geniştir; Batı ve Doğu Afrika Japonya Çin Avustralya Hindistan Madagaskar. Bu bölgelerin sığ mango bataklıklarında yaşarlar.
Atatürk Hakkında Pek Bilinmeyenler
Atatürk Hakkında Pek Bilinmeyenler
Boyunun 1.74i kilosunun hayatinin son dönemlerine kadar 76, hastalığının ilerlemesiyle 46′ya kadar düşmüş olduğunu ve ayaklarının 43 numara olduğunu,
Sadece beyaz gömlek giydiğini,
Takım elbiselerinin tasarımlarının kendisine ait olduğunu ve lacivert takım giymeyi sevmediğini,
Üçgen, dikdörtgen, açı gibi ve 48 adet geometri teriminin Türkçe isim babasının olduğunu,
Dünyada, baş öğretmen sıfatını taşıyan yegane lider olduğunu,
Manastır Askeri Lisesi zamanlarından kalan bir alışkanlık ile ömrü boyunca en sevdiği yemeğin kuru fasulye,pilav olduğunu,
Norveç dilinde “Atatürk gibi olmak” deyiminin bulunduğunu,
Yunan baş komutanı Trikopis‘in herhangi bir baskı ve zorlama olmaksızın her Cumhuriyet Bayramında, Türk büyükelçiliğine giderek Atatürk resmi önünde saygı duruşuna geçtiğini,
Atatürk çiçeği ismini Wanderbit Üniversitesinde Kirk Landin adında bir profesörün koyduğunu ve tüm dünyada çiçeğin bu ad ile üretilip satıldığını,
Adını mimber olarak belirlediği bir gazete çıkarttığını ve 52 sayıya kadar yayınlanan bu gazetede ilk kez sansür kelimesinin geçtiğini,
Yapılan bir röportajında “BM’ye (Birleşmiş Milletler) üye olmayı düşünüyor musunuz?” sorusuna, “Şartlarımızı koyarız, kabullerine bağlı. Biz müracaat etmeyiz üye olmak için, davet gelirse düşünürüz” dediğini ve bunun üstüne BM’nin
yasasını değiştirip üyeliğe davet edilen ilk ülkenin Türkiye olduğunu,
Kurtuluş Savaşı’nda rütbe verilen çok sayıda kadın askerlerimizin olduğu, dünya tarihine geçen tek bir üsteğmenimizin olduğunu, Üsteğmen Fatma’nın 700 erkek, 43 kadından oluşan bir müfrezenin reisliğine doğrudan Mustafa Kemal Atatürk tarafından atanmış olduğunu,
Biliyor muydunuz??
23 Ekim 2013 Çarşamba
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)